27 Haziran 2012 Çarşamba

Susarak Anlatmak..

Diyecektim ki;
Bakma böyle sessiz göründüğümüze.
İçimize akar nehirlerimiz bizim.
Ne yükseklerden dökülürüz bin bir vaveylalarla da,
şelalelerimizin altında halı gibi serili huzur göllerimiz sakinleştirir bizi.
Sustum!


Diyecektim ki;
Bakma öyle durgun göründüğümüze.
Ya büyük bir seferden gelmiş, soluklanıyoruzdur,
Ya da yeni bir yolculuk fısıldanmıştır kulağımıza...
Prangalara vursalar bile bizi, gidemesek de yerimizde zıplarız biz!
Sustum!


Diyecektim ki;
Bakma öyle ürkek göründüğümüze...
Yüreklerimiz yiğit yuvasıdır bizim.
Kaf dağının arkasındaki yedi başlı ejderhayı alt etmek için gözümüzü kırpmadan fırlarız ileri.
Ne ki bunun dedikodusunu yapan hafif meşreplerden değiliz biz!
Sustum!


Diyecektim ki;
Bakma böyle renksiz göründüğümüze...
Dalgacı Mahmut bizden öğrendi gökyüzünü boyamayı...
Denizi yırtıp, içine koyu mavi mürekkep damlatmayı da ona biz öğrettik.
Gökkuşağının tüm renkleri göğüs ceplerimizde daima hazırdır.
Hayatımız da, ölümümüz de...
Dünümüz de, bugünümüz de, yarınımız da renkli Türkçe ve sinemaskoptur bizim.
Sustum!


Diyecektim ki:
Bakma öyle tatsız tuzsuz göründüğümüze...
Bin bir çeşit tadı vardır sevdalarımızın.
Ne ki dünyanın acılarına baktıkça kaçar ağzımızın tadı bizim.
Bir misyonumuz da budur esasen;
bir yandan yoğururken geleceği bir oyun hamuru gibi,
bir yandan ferahfeza lezzetler akıtırız inceden.
Sustum!


Diyecektim ki:
Bakma öyle sevgisiz göründüğümüze...
Sentetik sevgi gösterilerinden hazzetmeyiz biz.
Ve boşa harcayacak bir gram sevgimiz de yoktur.
Hedefi vuramayan oku atıp, bununla caka da satmayız.
Cömertizdir üstelik!
Büyük-küçük, uzak-yakın demeden istenmeden uzattığımız ilk şeyimiz sevgidir bizim.
Sustum!


Diyecektim ki;
Bakma öyle zevksiz göründüğümüze...
Sadelik bize geçmişimizden miras.
Başta hayallerimiz ve rüyalarımız olmak üzere,
işlerimiz, ibadetlerimiz, sıradan meşgalelerimiz bile haz vericidir.
Haz alırız maddi ve manevi olan her şeyden...
Bir adımız da zevktir bizim...
Sustum!


Diyecektim ki;
Bakma öyle hissiz göründüğümüze...
Gözyaşlarımız azığımızdır bizim.
Çin'de Maçin'de bir kuşkanadı incinse yankısı yüreğimizden gelir.
Haksızlığa öfkelenir, düşene en çok biz üzülürüz.
Yol gitmekten başka şey bilmez ayaklarımız, hele tekmelemeyi asla öğrenemedik bugüne kadar.
En çok avuç içlerimiz nasırlaşmıştır, el uzatmaktan bizim!
Sustum!


Diyecektim ki;
Bakma öyle yüzsüz göründüğümüze...
İdeallerimiz uğruna kalınlaştırdık yüzümüzün derisini biz.
İş bu nedenle;
bin kere kovsan da kapından bizi, yine geri döneriz.
Ufkumuz nefsimiz adına çizili değil ki, alıngan olsun ruhumuz...
Kimsenin ateşle terbiye edilmesine razı gelemeyiz biz.
Sustum!

23 Haziran 2012 Cumartesi

Çünkü Gitmiştin!

"Soğumuştu mevsim ardından bakarken. Soğuktu dilsiz duvarlar, içine kirli su birikmiş kaldırımlar. Bulut perdelemişti mavi gökyüzünü.


Ketumdu üstelik semalar. Vermedi ödünç bir damla yaş bile. Islak kaldırımlarda yankılandı ayak seslerin.


Ve gittin...


Yitirdim güneşimi, serin bir koyuluğa dönüştü gümüşten kumsallar. Eteklerine tutunmuştu yeşil yapraklar, ağaçları çıplak kaldı yüreğimin.


Gittin bereketini yitirdi, kurudu topraklar. Yer değiştirdi mevsimler, umutsuzca kanat çırptı börtü böcek. Gelmedi beklenen bahar...


Kışı başlattı gidişin. O kış ki, mutlak bir memnuniyetsizliği müjdeledi şeytani bir hazla insanlara.


Çünkü gitmiştin...


Yarım kalmıştı masal. Boğucu bir nem tıkamaktaydı genizlerimizi. Bir masal kahramanı gibi dalgalandırarak denizleri, silkeleyerek derin maviliği gitmiştin çünkü. Okyanuslar takıldı gözbebeklerime. Her gün bir damla alıp, her gün, her gece birer birer damlatıp. Keder damıtarak baktım uzaklara.


Ayrılığın soğuk yalnızlığı yapışıp kaldı sana hoşçakal diyen ellerimde. Gittin, evlerin camları keder buharından oluşan şekillerle kirli artık. Bacalarından kurum fışkıran kem ruhların ışıldayan gözleri karartıyor şehirleri.


Bu şehirler ki, senin gülüşünle aydınlanırdı. Şen şakrak türkülerin yankılanırdı taş duvarlarda. Sıkılı değildi yumrukları insanların. İçini titrettiğin gülüşlerini kimseden esirgemeyen sen, ardında somurtkan bakışlar bırakmıştın.


Mahzun bir yetime dönüştü Atlantis'in çocukları. Mahzun, boynu bükük ve sahipsiz... Hatırlar mısın; okşardık başlarını her önlerine eğişlerinde yanaklarını onların? Şimdi o çocuklar, çakır gözlerini her sabah ufuklara dikip, yolunu gözlüyorlar. Gördükleri her serapta sen varsın bu çölden şehirde!


Ve ben yüreğimin iç acılarının toplamını kaldıramayacak kadar bir sıkletin altında iki büklüm, ayrılıkların iç açısıyla bakıyorum denizlere.


Denizler... Hatırladın mı, kıyısında ıslıklar çala çala yürüdüğümüz o kayalıkları? Geleceğe dair hayaller kurardık hani gümüş rengi kumsalında. Sen ipince parmağınla şekiller çizerdin ve ben hayret ederdim bu kadar büyük olabilecek hayallere. Parmakların kadar uzundu görebildiğin gelecek.


Ama... Ama benden gizlemiştin gidişini. Belki de korkutmak, buruk bırakmak istememiştin yüreğimi. Şimdi senin uzağa bakışın kadar yakına bakıyor gözlerim. Bir güneş batışına bile tahammül edemiyorum bazen sensiz.


Uzadıkça sensizlik, keskin bir öfke kaplıyor içimi. Kızıyorum her şeye. Önce bulutlara haykırıyorum öfkemi. Ardından yere çeviriyorum kızgın bakışlarımı. Şarkılara, şiirlere, şairlere öfkeleniyorum sonra.


Nasıl da kandırmışlar beni bunca yıldır. Nasıl da, aldanmışım kafiyelerin arasına gizlenen hayallere!


Bir tükenişe dönüştü beklemelerim sonra. Buzdan bir camın çatlayışı gibi çatlaklar belirdi ümitlerimde. Dokunmayı bırak, bakınca bile büyüyen kanı çekilmiş kılcal damarlar gibi sardı her yanımı çatlaklar.


Yoruldum her sabah, dönüşüne dair düş görmüş olarak uyanmayı hayal etmekten. Yoruldum sensiz rüzgara savurmaktan eteğinden aldığım yaprakları. Biliyorum bilsen halimi, duysan sesimi kandıracaksın beni. Kumsal bulamasan bile boşluğa çizeceksin yine pembe panjurlu hayaller. Sonra 'bak' diyeceksin, 'Burası sofa.. Bu merdivenlerden çıkacak yetimler. Sonra şu odadan geçerek açılan geniş terastan yıldızlara dokunacaklar.'


Ben yalanına bile razıyım artık seninle ilgili her şeyin. Bir umudun, bir güneşin... Üzerinde senden kokular kalan aynaya her bakışımda gerçeği fısıldıyor bana yansımalar.


Çünkü gitmiştin...


Puslu bir zemheri soğuğu vardı havada.


Kış sonuydu gittiğinde, şimdi yaz başı.


Bu kadar tirat yaktıktan sonra ardından, halâ merhamet etmeyecek misin?


Ne yani, bir daha dönmeyecek misin?"



"Nedim HAZAR"



Not: Bu iki yazıyı (bir önceki yayınladığım "korku" yazısı ve bu) her ruh daralmasında, her sıkıntılı hizmet anında, beklediğimize hasretimizin zirve yaptıgı anlarda açar arka arkaya sıkılıncaya kadar okurum. Her seferinde aramayayım diye en sonunda buraya aldım istifade eden olur belki.


Simdi tüm bunlardan ayrı kalemin sahibine; yüreği güzel insana, rakikûn kalp olan Nedim ağabeyime hepiniz adına teşekkür etmek babında (bilmem ki kaçıncı kere oluyor bu ama yine de eksik görüyorum) koydum birazda.

Bana onu niye bu kadar seviyorsun diyorlar? Sadece yazılarını, kitaplarını okuduğun, bir iki kere görüştüğün bir insana bu kadar hayranlık neden diye soruyorlar?

Söyleyeyim..


Çünkü ben onda "kendi ömrünün üzerine çarpı atan, gurbet ufkunun merhamet çınarı" nın daneleri gördüm.

Çünkü ben onda, hocamı buldum..

kitmir..

KORKU

"Önceden, epey önceden böyle düşünmüyordum sanırım. Yaş ile de doğrudan ilgisinin bulunduğunu düşünmüyorum. Öyle olsa, elinde beğendiği bir oyuncağı tutan çocuğa karşılığında dünyanın tüm oyuncaklarını versen kandıramazsın.


Bulup, sahip olduğuna inandığı şeyi almak için cennetleri vaad etseniz ikna edemediğiniz anlar olur.


Hatırlarım hemen, hani bir avucuna güneş, diğer avucuna ay verilse bile vazgeçmeyeceğini söyleyen Sevgililer Sevgilisi'ni...


Ne bahtsızlar bilirim, sevda fesadı yaşayan... Bulantısını midesinden hayallerine bulaştıran o kadar çok zavallı var ki yeryüzünde!


Birer enkaz yeridir anıları. Her hatıra bir virane, kalan her duygu pejmürde elde.


Oysa ayrılıktan şikâyet edilmez, tekrar kavuşmama korkusu rendeler ruhu.


Mesafe hiçbir şeydir aslında seven için. Ayrılık, sevda masalının en kolay öldürülebilen ejderhası. Sonra özlem mesela, iyi kullanabilen için özlem, sevgiyi çoğaltmanın fırsatı. Gidişler bazen ıssız bir adada bırakır sevdalıyı. Yanına alacak üç şeyi bırak, hiçbir şeyi kalmaz hayallerinden başka.


Bir de geceler tabii...


Mevsimler, iklimler, günler... Hepsi barındırır mebzul miktarda hüzün. Ama geceler, illa ki geceler...


Şimdi bir köşe başında oturmuş, sensizliğe bir yeni gün daha eklerken ve eksiltirken bir koca geceyi aramızdan, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte diriliyor her şey. Pencereleri açıp Mevlânâ gibi haykırası geliyor insanın: "Ey Allah'a sığınan kişi; büyük uyanışı düşün!"


Benimki gibi amatör bir sevdalının, fiyakalı olmuyor haykırışları, farkındayım. Susmayı becerebiliyorsak, mutlu hissediyoruz kendimizi, biz amatör ruhlu âşıklar!


Hatırlar mısın, "savaşta vuran da vurulmuştur aslında" demiştin. Gitmek böyle bir şey oluyorsa? Gidenle beraber kalan da gidiyorsa bir nevi? Ya?


Büyüyünce unutursun derlerdi küçükken ne zaman canım yansa. Bu çok büyük bir yalan, unutmadığı nispette büyüyebiliyor insan!


Bir de korku büyütüyorum artık karanlığı emzirerek. Hiç istemediğim bir şey bu... Oysa adın bile aydınlatmaya yeter biliyorum geceyi. Öyle bir tuhaf şey ki bu, yakacağını bildiğin halde ateşe elini uzatmak adeta. Allah'tan beslediğim umutlar o kadar gürbüz ki, korkularım sıska bir besleme gibi kalıyor yanında.


İyiler bazen unutmayı bir intikam olarak seçerler. Unutarak alırlar intikamlarını vefasızlardan. Ben vefasızlık ettiğimi düşündükçe unutulanlardan olmaktan korkuyorum artık.


Cezaların en ağırıdır benim için unutulmak. Bir köşede kalmış eski bir buhurdanlık gibi unutulmak mesela. Sensiz sonsuzluk boşluk benim için, ki daha ağır senli iken hatırlanmamak. En fenası ise, -kendi zaaflarımı çok iyi biliyorum zira- benim unutmaya başlamam. Bilmeden, istem dışı... Bir dolu korku doldurdum çekmecelere sırf bu yüzden...


Korkuyorum; beklemediğim bir anda adını duyduğum zaman irkilmemekten.


Korkuyorum, düşlerimde sana yoramayacak şeyler görmekten.


Sensizliğin canımı acıtmamaya başlama korkusu ürpertiyor ruhumu.


Ölüm bile bitirmez umutlarımı, mezar, en fazla, bir araçtır beni sana getirecek olan.


Umudumu kestiğim an öldüğüm gündür.


Bir dilek tutuyorum, bırakırsam düşerim...


Hoşçakal ne fena bir kelime! Hoş kalmak mümkün mü sen giderken?


Eğer 'ebedi hoşçakal' diyeceksen, ben çekilirim, ziyade olsun kalanlara!"



"Nedim HAZAR"



(Yüreğinin bütün güzelliği hal'ine, simasına, konuşmasına, oturuşuna, kalkışına ve sükutuna.. aksetmiş aziz, kıymetli ağabeyim.. Allah senden ebeden razı olsun..)